11 eylül 2001 tarihinden sonra batıda hayat bir korku filmine dönüşünce, koyun gibi uysal millete her türlü güvenlik ve ekonomik nanesi yedirilerek oluşan güvensizlik ortamı on yıl boyunca ayakta tutuldu. Sonra Bin Laden ortadan kalktı sorun bitti rahatlığı ve revaheti başladı. ‘Karganın bokunu kimseye yaramasın diye okyanusun ortasına sıçması’ misali bir traji komedi yaşadıktan sonra ferah ve mutlu fınale erdik mi acaba?
Bir taşla kaç karga vurmak istendiğini bilmiyorum ama biraz daha zafer sarhoşluğu ile yıkanmış palavralar dinleyeceğimiz malum.
Büyük çoğunluğun kredi krizininin etkilerini iliklerine kadar hissettmiş olduğu umuduyla ekolojik dengelerin çoktan bozmuş olduğunu idrak ettiysek bizi yöneten doyumsuz egolarımızı, arlanmaz uslanmaz bir toplum kritiği ile 2007’de KÜRESEL DEĞERLER “neden demokrasi” başlığı altında yayımlanmış yazımı burada Türkiye’deki 12 haziran seçimleri yaklaşırken tekrarlamak gereği duyuyorum.
KÜRESEL DEĞERLER
Neden demokrasi?
Dünyanın dört bir köşesinde köhne seçim sistemlerinin başa getirdiği yönetimlerin -kimi zaman bilinçle- yarattığı otorite boşluğu, küresel ekonomiyi süper kapitalizmin açgözlü ellerine bırakırken, ülkelerin geniş kaynaklarına ulaşabilmenin garantisi çoğulcu demokrasinin sürekliliği ile mümkün olur şeklinde bir diretme vardı. Sadece Türkiye gibi demokrasisi az gelişmiş ama vicdanı sağlam ülkelerde de değil, yanıbaşımızda yani Avrupa ve yeni kıtada dahi demokratik seçim sistemlerinin işlemediği görülüyordu. Bunu tartışma ortamına taşımak isteyenler zavallı bir azınlıktı ve küresel toplantılarda barikatlarda birkaç gazeteci tarafından görüntülenmekten başka bir işe yaramıyorlardı.
Seçmenin (tüketici) sorumluluğu nereye kadar? “Demokrasinin mutlakiyetine inanın” dayatması dünya vatandaşını nereye getirdi? gibi sorulara 2007’de görebildiğim kadarıyla tarihi örnekler ve Hollanda’daki durumu özetlemek suretiyle ile açıklık getirmeye çalışmışım, zira o sıralar bir çok allochtoon politik arenada gövde göstermeye hazırlanıyordu.
Demokrasi
Eski Yunan medeniyetinde temelleri atılan ve yirmibirinci yüzyıla gelindiğinde dünyaya yayılan demokrasi, halk yönetimi anlamına gelir. Aristo en iyilerin yönetimine “Politika“ adını veriyordu ve en iyiden kastı o zamanın asilleriydi. Politika’nın kelime anlamı çoğunluk yönetimi demekti. Aristoteles demokrasinin bir çok alternatifinin daha etkili olduğunu söyler: Timokrasi: zenginler yönetimi, Oligarşi: azınlık yönetimi, oglokrasi: en alttakilerin yönetimi. Aristo’dan alacağımız en önemli ders ise demokrasi’nin en önemli zaafıdır: “demokrasi, büyük çoğunluğun değil, toplum geneline o anda hakim bir zihniyeti temsil eden ama sonuçta şeçkin bir azınlığın yönetime getirilmesidir.”
Demokrasinin en güçlü argümanı ise “bireyin seçme hakkı” olduğudur, bunun propaganda olduğu, bundan daha öteye gçtmeyen içi boş bir telkin olduğunun örnekleriyse daha fazladır. Tarihte, bazı önemli devrimsel güçlerin devreye girdiği nadir anlar dışında, hiçbir şekilde kalıcı bir halk hakimiyeti kurulamamıştır. Her toplumda kaymak gibi üste çıkan bir sınıf yönetime imzasını atmıştır. İşin kötüsü, bu etkin sınıfın çok yetenekli ve iyi niyetli insanlardan oluşmaması işn bir başka yanıdır. En iyi demokrasilerde olsa olsa, bilinç düzeyi yüksek bir çoğunluk tarafından şeçilen elitler, mümkün olduğu kadar dürüst şartlar altında yapılan bir seçim neticesinde başa gelir ve bir süre sonra geldikleri gibi giderler. Bu elit kesimin, seçimlerde kullandığı propaganda malzemesinin gücü, yönetimde üstleneceği rol ile eşorantılıdır. Çok nadir dönemler dışında pek çok batı ülkesinde bir partinin, gerçek sorunlar üzerine üretilmiş gerçekçi çözümler ürettiği ve bunları kalıcı kıldığı görülmüştür. Çoğu güçlü argümanlardan dolayı hükümet olmamıştır, Türkiye’de son seçimlerde görüldüğü gibi bir çuval kömüre veya bir buzdolabına oy verenler olmuştur. Hemen hemen her dönemde büyük insanlığın saüduyusuna sığınan entel ve dantel beyinler toplumsal, sınıfsal ve bazen de bilinçaltı etmenlerin üstün geldiğini görmüştür. Büyük önderler, filozoflar, hatta bir fizik veya matematik profesörü bile başa gelmiş ama bulunduğu insan malzemesinin koftiliği yüzünden kahrından ya bu dünyadan ya da o tahtan vazgeçip, çekip gitmiştir.
Yakın tarihe bakıldığında demokrasi sürecinin değişik nedenlerden dolayı, uzun dönemler boyunca kesintiye uğramış, hatta işlemez hale gelmiş olduğunu görüyoruz: soykırımlar, totaliter rejimler, devlet terörü, şiddet hareketleri, iki büyük dünya savaşı, soğuk savaş ve nükleer silahlanma, saymakla bitmez. Barışın hakim olduğu dönemlerde bile, demokratik hakların başında gelen seçme ve seçilme hakkı ayaklar altında çiğnenmiştir.People’s century olarak anılan son asır, halk hakimiyetine sahne olan bir devir değildi. Halk demokrasisi, nasyonel sosyalist demokrasi
, Maoist demokrasi, Titoist demokrasi, faşist demokrasi, medya demokrasisi ve daha bir sürü alternatifi çıkmış ve çıkacaktır. Kimler geldi, kimler geçti: ırkçılar, psikopatlar, korkak yalancılar, ceplerini hızla doldurma derdinde zavallılar, ılıman iklim sularını sevenler, kendine bir etiket bulma derdinde yeteneksiz karakterler, puriteynler, muhafazakar değerleri cennete giden yol ilan edenler, daha neler, neler göreceğiz.
Yes or no
Seçim hakkı adı altında bel bağladığımız şey dört yılda bir önümüze konulan, oy pusulası: one man & one vote.
Peki neyi seçiyoruz? Orta kapasiteli ve az yetenekli bir gurup insanı.
Kim seçiyor? Seçilenden daha az yetenekli büyük çoğunluk.
Ne amaçla seçiyor? Sıradan konular üzerinde, çok daha sıradan çözümler üretmek için.
Peki milyonların geleceğini yıllar boyunca aynı yönetimin eline neden teslim ediyoruz?
Tabii ki buna basit yanıtlar vermek zor, zira insanoğlu iletişim dünyasının getirdiği bilgi edinme özgürlüğünün ardından kazandığı seçme özgürlüğüne kötü alıştı. Sadece yöneticileri değil, herşeyi yemek seçer gibi çabuk şeçmek istiyor. Zevklerinin ve tercihlerinin sayısal üstünlüğünü duymaktan pek memnun. Onun sıkılmasına fırsat vermemek için her seferinde karşısına yeni seçme fırsatları çıkıyor. Fazla düşünmesine gerek olmayan TV’e has çeşitlemelere duyarlılığı, klasik Roma kolezyumunu dolduran seyircilerinkinden daha az sapık ve sadist değil. Müptelası olduğu cep telefonu her an, her yerde elinin altında oldukça o muhteşem aygıtla dünyaya fethetmek arzusu dinmek bilmiyor. Bu iletişim aygıtı artık bir oy pusulası oluvermiştir. ‘Tamam mı? devam mı? yarışmasına katılma fırsatı birkaç kuruşluk bir sms sayesinde parmak ucundadır.
HOLLANDA ve POLDER modeli üzerine kısaca birşeyler söylemişim.
Hollanda politikasındaki uzlaşma kültürü ve politik dürüstlük geleneği Fortuyn, Van Gogh ve Wilders gibi tarafından sık sık sorgulandı. Hollanda’daki uzlaşma kültürünün temelinde, denize ve ırmaklara karşı verilen mücadele sırasında gelişen bir toplantı geleneği “polder model” yatmaktadır. Bu model için gerekli olan yönetici sınıfının özellikleri: Çoğu hukuk veya benzeri bir “gamma” yönetim bilim dalı mezunu, bilim veya sanat dünyasında ve büyük şirketlerde kendine bir yer edinme şansı olmayan, yetenekleri kısıtlı, toplumun yüzde onikilik bir kesimi. Evet % 12. Bunlar ülke yönetimine sımsıkı sarılan bir IQ’su 115-130 arası olan bu sınıftır. Zekası genelde bir üniversite bitirmeye ve kendileri gibi olanlarla dayanışma içinde olmaya fazlasıyla yeterlidir. Çoğunluğun arzularını dile getirdikleri müddetçe konumlarını koruyacaklarının bilincindedirler.
Peki bunları kim seçer? Orta eğitimli veya meslek okulu mezunu geniş bir kitle. Çocuklu aile, ipotekle alınmış bir ev ve firmanın adına kayıtlı bir otomobil vs. Çoğunluğu orta zekalı ve orta eğitimlilerden oluşan bu sınıf toplam nüfusun % 85’i oluşturur. Bunların ortalama IQ’su 115’dir. Doymak bilmeyen egoları, tüketim hırsları sayesinde yönetilmesi kolay “Gönüllü Köleler” kategorisidir.
Bu standart zekalıların ortak yanları nelerdir? Hipokrasi, moda zevklerden keyif alma yeteneği, hırsız dayanışması, herşey daha güzel olacak rolünü oynama becerisi. Tarihte tüm halk demokrasilerindeki liderlerde ve dini liderlerde hep bu insan özelliklerini besleyen bir strateji görüyoruz.
Hollanda yönetim biçimi nedir? Toplumun büyük kesimi, oglokrasi ile yönetildiği umudunu taşımaktadır. Aslında, en güzel yalan söyleyenlerin hakimiyetinde bir oligarşi hakimdir. Sürekli yönetim değişilikleri, tecrübeli politikacıların önemli kararlarda etkisini asgariye indirgemeyi hedefler. İktidar hırsı ağır basan genç oyuncular öne sürülerek medya ilgisi sıcak tutulur. Olgun, tecrübeli ve dürüst yöneticiler kızağa çekilir, ya da yüklü bir maaşla daha az yorulacağı bir işe atanır, genellikle belediye başkanlığı, bir şirket veya kurum yönetimine getirilir. Böyle bir demokrasinin medyası gelişmeleri sorgulamaktan acizdir. Haberlerde, her akşam “iyi işleyen bir demokraside yaşandığı” hatırlatılmak üzere, uzak bir ülkedeki başarısız örnekler temcit pilavı gibi öne sürülür.
SÜPER KAPİTALİZM VE MİNİ DEVLET
Post Fortuynian Hollanda’da kültür bütünlüğü tartışması devam ederken, toplum çoğunluğunun olup bitenleri anlaması çok güç hale geldi. Bunun temelinde hem sosyal demografik değişiklikler yatıyor hem de yeni dünya düzeninin güçlükleri.
Ekonomik ilerleme ile sosyal refah düzeninin yıkımı içi içe geçmiş kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Artık sosyal dayanışmanın güçlü olmadığı bir alt tabaka var. Bu tabaka genelde bireyselliği ile göze batıyor. Ortak bilinç sahibi değil. Susturulmuş ve güvensiz ebeveynlerin çocukları. Kültürsüz bir azınlıklar çorbası.
Tüketiciden doğru ekonomik tercihleri yapmasını istemekten ve karanlık senaryolar çizmemekten başka yapılacak birşey yok. Hollanda’da sendikaların işçi gelirleri artışı talep etmiyor. Bunun yerine yüksek gelirli şirket yöneticilerinin maaşları ile uğraşır olmasından teorilerin doğruluğu anlaşılmalı.
Batılı modern tüketici herşeyin en fazlasını daha kaliteli ve ucuza talep ederken süper kapitalist şirketleri masrafları kısmaya iteliyor. Bu şirket yöneticileri, en kolay çözümü işçi gelirlerinin ve haklarının kısıtlanmasında buluyorlar.
Zengin ülke ve fakir ülke dayanışmasının mümkün olmadığı, dünyada zengin-fakir, siyah-beyaz, güney-kuzey gibi tezatların arasındaki uçurumların boyutunun zamana ve zavallı insan beynine sığmayacak kadar büyük olduğu bilinciyle dünya ticaretinin bakkal dükkanı muhabettine dönüştüğü şu günlerde beyaz sömürgeci zihniyetin 2011’de sona ermesini yaıyoruz. Bu güne sağ salim erişen küçük işletme sahibi göçmenlerin oluşturduğu lobilere seslenmişim beş yıl önce. Bir de tüketici kitlelere. Hepsinin sorumlu yaşaması gerektiği görüşünü, fakat vergi mükellefi çoğunluğa yaşatılan tasarrufun sınırlarının nereye geleceğini ise beş yıl önce kestirememişim.
Cüzdanı daralan batılı tüketicinin ucuz ve kalitesiz ürünlere yöneldiği dönemlerde gıda bankları kuruldu ve sahtekar bankalar haksız şekilde hem de halkçı liderler tarafından kurtarılma operasyonundan lüks hayatlarını idam ettirebildi. Bu dönemi nasıl atlattığımızı asla ama asla unutmayacağım.
Ekonomik krizin sonu geliyor, ancak ekolojik krizin bıçağı boynumuza dayadığını hisseder gibiyim.
Bir yazımda ucuz ve dikkatli bakıldığında bir işe yaramayan ürünleri çıkaran devasa nüfuslu ekonomilere (Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkeler) boykotu bile önermişim. Bu ülkelerde işçi sınıfının açlık sınırı altında olduğu bilinciyle onlarla dayanışma içinde olunması gerektiği. Üstelik zengin sınıf (1 milyarlık Çin ‘de 200 milyon elir durumu Avrupa’ya yaklaştı) kaliteli Avrupa ürünlere rağbet ettiği için Batılı işçi sınıfı da bu kalkınmadan payını aldı. Hatta Çin gibi ülkeler çevrelerindeki fakir ülkelere el attılar ve Avrupa ekonomisine yatırım yapmaya başladılar.
Kaynak yetersizliği, hammadde fiyatları gibi sorunların geçiciliği ve yeni teknolojilerin kısır döngüye girilmesini nispeten azaltığı, çevre ile ilgili teknolojiler sayesinde geri dönüşümün en azından gelişmiş ülkelerde sağlanmış olmasıyla geleceğe daha ümitle bakıyoruz. Sağlıklı rekabetin ve sağlıklı üretimin olduğu ve yüksek eğitim seviyesine haiz personelin dünya piyasasında yüzdüğü gerçek inovasyonu yakalayan sektörler bu umudu artırıyor. Bazı ürünlerin küresel üretimine sadece sömürü gözüyle bakan akra gözlükleri çıkardığımızda gelişmekte olan pek çok ülkede gelir düzeyinin arttığını görebiliyoruz.
Yaşama daha fazla sevgi ve saygı gözüyle bakan daha küçük ölçekli güzelliklerin bekleyişi içinde seçimlerimizi kendimize ve bağımlı olduğumuz çevreye uygun bir şekilde yapalım diyorum.