‘ Doktorlar bir buçuk ay ömür biçtiler ama gördüğünüz gibi dimdik ayaktayım ’ Avrupa’ya çalışmaya gelen ve birinci nesil dediğimiz; dedelerimiz, ninelerimiz, babalarımız ve de diğerleri artık bizi teker teker terk ediyorlar…
Bu kıymetli hazinelerimizin değerlerini hayatteyken pek anlayamıyoruz. Ne zaman ki elimizden uçup gidiyorlar o zaman ‘ eyvah…!’ diyoruz; ama iş işten geçiyor.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar? Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim? Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar? Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında…. Cahit Sıtkı TARANCI
Kendileri birer canlı tarih olan bu insanlarımızın gurbet serüvenini kendi ağzından dinleyelim.
Recep İMAMOĞLU kimdir ? Kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Ben 1944 yılının Mayıs ayında Antakya (Hatay) ili, Altınözü ilçesine bağlı Yiğityolu (Karbeyaz) Köyü’nde 3 kardeşin sonuncusu olarak dünyaya gelmişim. Babam rençberdi aynı zamanda köyün bekçisiydi. Ağabeyimle benim birer meslek sahibi olmamızı isterdi. İlkokulu bitirdikten sonra sanat okulunda gece meslek kurslarına gittim ve demircilik bölümümü bitirdim.. Antakya’da bir tekstil fabrikasına işçi olarak girdim ve 3 yıl çalıştım. Oradan askere gittim. Askerden dönünce İskenderun’daki ‘ Akala Tekstil ’ fabrikasına girdim ve 1 yıl orada çalıştım. Bu arada Antakya İş ve İşçi Bulma Kurumu’na yurtdışı için müracaat etmiştim. Almanya’ya isteğim çıktı. İstanbul’a mülâkata gittim, boyundan kaybettin dediler. Böylece Almanya’ya işçi olarak gidemedim. Üç ay sonra Hollanda’ya isteğim çıktı. Ankara’ya gidip gerekli muayane ve kontrollerden geçtim sağlamsın dediler. Böylece Avrupa serüvenim başladı. Buraya sağlam geldim şimdi hastalıklarla boğuşuyorum.
Avrupa’ya kaç yılında ve nasıl geldiniz? Detaylı olarak anlatır mısınız?
Bilindiği gibi Türkiye’den Avrupa’ya işçi göçü 1960’lı yıllarda başladı. Ben de 1970 yılının Nisan ayında Hollanda’ya geldim. İstek üzerine vasıflı işçi olarak geldiğimiz için tüm masraflarımızı fabrika karşıladı. Ankara’dan uçağa bindik Schiphol Havaalanı’nda fabrikadan bir heyet bizi karşıladı. Otobüse bindirdiler, direk Rotterdam’daki Van Nelle tütün fabrikasına götürdüler. Fabrikanın pansiyonuna yerleştirdiler. Önce fabrika doktoru kontrol etti sonra GG&GD (*) tarafından kontrol edildik. İki gün dinlendikten sonra işbaşı yaptık. Beni önce tütün kıyma bölümüne verdiler, orada 2 yıl çalıştım sonra tartı bölümüne geçtim, orada da 3 yıl çalıştım. Daha sonra buradan ayrıldım ve 1 yıl Botlex’de bidon fabrikasında çalıştım. Crooswijk’deki çabut fabrikasında ise 10 yıl çalıştım ve orada hasta oldum.
Avrupa’ya gelmeden önce Türkiye’de durumunuz nasıldı?
Hollanda’ya gelmeden önce İskenderun’da bir tekstil fabrikasında çalışıyordum. Babam çiftçiydi. Malûmunuz üçbeş dönüm zeytin tarlası karın doyurmuyor. Hayat şartları zor. Kafamda Avrupa’ya gitme planları yapıyordum. Gidip İş ve İşçi Bulma Kurumu’na yurtdışına gitmek için kayıt yaptırdım. Bu arada Almanya’dan izine gelen gurbetçilerle konuşuyordum. Onlar da oralarda çok iyi bir yaşam olduğunu anlatıyordu. Zaten hallerinden de belliydi. İzine geldiklerinde kafalarında tüylü şapka, altlarında hepsinin birer araba vardı. Benim için de Avrupa ekonomik yönden bir kurtuluş kapısı olarak görünüyordu.
Kafanızdaki Hollanda ile gelince karşılaştığınız Hollanda arasında fark neler oldu?
Hollandalıları pek bilmezdim ama buraya gelince gördüm ki çok soğuk insanlar. Kültürleri, örf adetleri çok değişik. Randevusuz ne bir Hollandalı komşuna ya da mesai arkadaşının yanına gidemezsin. Hatta markette, pazarda bazı karı koca aldıklarının parasını ayrı ayrı kendileri ödüyorlar. Cimri desen karı koca arasında cimrilik, ayrım karım olur mu? Kahvede bir Hollandalı arkadaşının yanına otursan kesinlikle sana bir şey ısmarlamaz. Biz Türkler gibi misafirperver değiller. Biz evimize gelen misafire bir baş soğanımız da olsa kırıp paylaşırız. Hatta ilk olarak ‘ açlığın susuzluğun var mı? ’ diye sorarız. Bir de hayvan sevgileri çok fazla. Her beş evin birinde köpek besleniyor. Adamın köpeğine hoşt… diyeceğine gözünün üstüne bir yumruk patlat daha iyi. Hollanda’ya gelince neler dikkatinizi çekti? Karşılaştığınız ilk sorunlar neler oldu?
Dokuz ay sonra Van Nelle’nin pansiyonundan çıkıp Centraal-İstasyonun arkasındaki (66 numara) Türk pansiyonuna taşındım. Pansiyon çok kalabalıktı. Ranzalarda yatıyorduk. Çok gürültü oluyordu. Özellikle gece vardiyesinden gelince bir türlü uyuyamıyordum. Benim kaldığım odanın karşısında su kanalı vardı, içerisi ördek, kaz kaynıyordu. İşyerinde Ankaralı bir arkadaşla tanıştım. Tek başına bir evde kalıyordu. Yanında kalmayı teklif ettim ‘ biraz düşüneyim ’ dedi. Bir gün baktım işe gelmemiş. Şefe sordum. Karakolda olduğunu söyledi. İşin aslını sonradan öğrendim. Bizim arkadaş kanalların kenarında belediye tarafından yaptırılan yuvalardan gece gidip beş tane ördek almış. Boğazlarını kesip, bir çuvala doldurup eve getirmiş. Daha bir tanesini kızartıp yemeden kapıda iki polis belirmiş. Ördekleri alıp almadığını sormuşlar. Tabii… bizimkinde Hollandaca yok. El kol harketiyle anlatmaya çalışmış ama polisler elleriyle koymuş gibi ördekleri mutfakta bulmuşlar. Sonra ifadesini almak için karakola götürmüşler. Ördek başına da 47 gulden ceza kesmişler.
Lisan yönünden ne tür zorluklar çektiniz. Başınızdan geçen bir olayı anlatır mısınız ?
Tabii… Hollandaca hiç bilmiyordum. Bu arada eski eşimin başından geçen bir olayı anlatayım. Akşam yorgun argın işten geldim. Hanımın suratı asık –‘Gönül… ! Ne oldu ?’ dedim. –‘Sorma başımıza geleni’ dedi. Bugün hemşerimiz Atiye ile birlikte çocukları oyun bahçesine götürecektik. Ana yola çıktık karşımıza trafik lambası geldi. Toprağı bol olsun rahmetli Atiye hanım –‘ yeşil yanınca geçeceğiz, kırmızı yanınca duracağız’ dedi. Bende –‘ hayır… !’ dedim. Benim bey dedi ki ; Kırmızda geçilecek, yeşilde durulacak ( aklımda öyle kalmış ) neyse kırmızı yanınca çocukların ellerinden tutup yola fırladık, aman o da ne… ! Arabalar üstümüze üstümüze gelmez mi, karşı kaldırıma zor kendimizi attık’ dedi.
İlk zamanlar Türkiye ile kontağınız nasıldı ? Nasıl Haberleşirdiniz ? Türkçe TV, Radyo, Gazete var mıydı ? Ne ile izine gidip gelirdiniz ?
Türkiye ile kontağımız mektupla idi. O zamanlar telefon tam gelişmemişti. Zaten burada postaneye gidip telefon etsek bile nereyi arayacaktık ? Benim çocukluğumda köyde telefon yoktu. Bize dört kilometre uzaklıktaki jandarma karakolunda vardı. Acil durumlarda muhtar oraya gidip telefon ederdi. Sonra muhtarın evine telefon çekildi. Önce karakolu arardık o da muhtarı bağlardı böylece görüşebiliyorduk. Mektuplar da en az bir buçuk ayda gidip gelirdi. Bugünkü gibi Radyo, Televizyon, İnternet v.s yoktu. Türkçe gazeteler sadece Centraal-İstasyonda ki bayiye gelirdi, gidip ordan satın alırdık. Bir haftalık haber o zaman taze haber sayılırdı. Hollanda’da zaten iki tane TV kanalı vardı. Onlar da siyah beyaz ekrandı. Bazı arkadaşların Türkiye’yi çeken radyoları vardı.
Geldiğiniz ilk yıllarda sosyal-kültürel yaşam nasıldı ? İlk Türk cemiyetleri ve camileri nasıl kuruldu ?
Büyük bir boşluk içerisindeydik. 5 numaralı tramvayın son durağında bulunan Yabancılara Yardım Cemiyeti vardı. Bir sorunumuz olduğunda oraya gidip danışırdık. Oradaki Türk görevliler bize yardımcı olurdu. Devlet sosyal, kültürel ve dini açıdan hiçbir tedbir almamıştı. Rotterdam’da cami yoktu. Namazı pansiyonlarda kılardık. Bayram namazlarını DE DOELEN’un altında (Sanat - Kültür Merkezi) veya BLIJDORP Hayvanat Bahçesinde kıldığımız oldu. Sonra Scheermlaan sokağında bir yer alındı, cami yapıldı. Bu caminin adı yoktu, kapı numarası 5 olduğu için halk arasında 5 numaralı cami denirdi. Cuma namazlarımızı orada kılmaya başladık. Daha sonra Türkiye’den dini görevliler gelmeye başladı ve camilerde çoğaldı. Şimdi Rotterdam’da islamın sembolu sayılan çifte minareli Mevlana Cami yapıldı. Artık beş vakit namazlarımı oraya da gidip kılabiliyorum.
Ne zaman burada ‘Hollanda’da’ kalıcı olduğunuz anladınız ? ‘ Ah… keşke şunları yapmasaydım dedikleriniz ’ oldu mu ?
Öyle bir soru sordunuz ki ta… yüreğimi derinden yaraladınız. Keşke Avrupa’ya hiç gelmeseydim. Vatanımın taşını toprağını 37 yıldır özlüyorum. Köyümde ayağıma batan deve dikenleri şimdi bana gül gibi geliyor. Türkiye’de yaptırdığım ev viran oldu. Kuşlar tünüyor, baykuşlar ötüyor. Hastayım. Çocuklarım evlendi. Torunlarım burda büyüyor kısacası buraya kök saldım. İstesem de dönemem artık. 90’lı yıllarda ilk torunum doğdu, tamam dedim, gidici değil kalıcıyız. Artık bu yaban elleri mesken tutuk.
Neden size kanseri yenen Türk diyorlar ? Ne zaman kansere yakalandınız ? Hastalığı yenmeyi nasıl başardınız ?
Doktorlar bir buçuk ay ömür biçtiler ama gördüğünüz gibi dimdik ayaktayım. 1995 yılında oğlanı evlendirmek için Türkiye’ye gitmiştim. Orada bana bir haller oldu, yürüyemedim. Doktora gittim sende bronşit ve şeker var, dediler. Apar topar geri Hollanda’ya geldim. Sint Franciscus Hastanesi’ne gittim. Araştırma yaptılar bir şeye raslayamadılar. Aradan 6 ay geçti boynumda iki tane bilye büyüklüğünde yara çıktı. Yeniden hastaneye gittim. Beni 2 Türk 1 Hollandalı doktor muayane etti. Kanser teşhisi kondu ve hastaneye yatırdılar. 6 aydan fazla hastanede yattım. Doktorlar bir gün eşimi çocuklarımı çağırıp 1,5 ay ömrüm olduğunu söylemişler. Şekerim yüksek olduğu için ameliyat edemiyorlarmiş. Ben de Türkiye’den kekik suyu ve nar eşkisi getirttim. On beş gün içtim, şekerim normal seviyeye geldi. Ameliyathaneyi hazırladılar. Çocuklarım hüngür hüngür ağlıyordu; çünkü kimse sağ çıkacağımı tahmin etmiyordu. Ameliyattan sonra beni 1 ay karantine odasına aldılar. Sonra Rotterdam Zuid’deki Daniel Den Hoek Klinik’e yani kanser hastanesine gönderdiler. Yüzüme özel maske yaptırdılar. 21 gün yüzüme maskeyi takıp 5 dakikalık seanslarla boynumu (radioterapie straling) atom ışınlarıyla yaktılar. Özel diyet uyguladılar. Ben de ne dedilerse harfiyen yerine getirdim. Doktorların sözünden dışarı çıkmadım. “ Başkalarını yermek veya küçük görmek açısından söylemiyorum ama çok hasta arkadaşımıza doktorlar sigarayı-içkiyi bırak diyorlar onlarsa inadına iki katına çıkartıyorlar. Böyle yaparlarsa tabi ki iyileşemezler.” Beş yıl hastaneye gidip geldim. Ama hiçbir zaman yaşama umudumu yitirmedim. En sonunda doktorlar toplandı ve kanseri atlattığımı söylediler. Demem şu ki yiyecek ekmeğim, içecek suyum varmış, hâlâ yaşıyorum.
Bundan sonraki yaşamınız için ne düşünüyorsunuz ? Burada mı kalacaksınız ? Türkiye’ye mi döneceksiniz ?
Hastalıktan dolayı Türkiye’ye dönmeyi düşünmüyorum. Zaten 2000 yılından 2007 yılına kadar Türkiye’ye izine dahi gitmedim. Hani ataların bir sözü var. Zenginliğin kıymeti fakirlikte, gençliğin kıymeti ihtiyarlıkta, sağlığın kıymeti hastalıkta anlaşılır diye. Sağlığımıza çok dikkat etmeliyiz.
Avrupa’ya gelirken beklentileriniz vardı, bunları gerçekleştirebildiniz mi ?
İnsan yaşlandıkça istekleri de arttı ve farklılık gösterdi. İlk geldiğimiz yıllarda Türkiye’de şunumuz olsun bunumuz olsun diye uğraştık durduk. Kalıcı gözüyle bakmadığımız için buraya yatırımı hiç düşünmedik. Ama şunu geç de anladım, en iyi yatırım çocuklara olan yatırımmış. Onları en iyi okullarda okutmak en iyisiymiş. Yoksa bir daire bağışlamışsın ya da 10 dönüm tarla bırakmış hiç önemli değil.
Hollandalılarda ve Hollanda kültüründe dikkatinizi çeken, garibinize giden şeyler nelerdir, anlatabilir misiniz ?
Tabii her ülkenin kendine göre örf-adetleri vardır. Bunların içerisinde bizler için iyi olanlar da var bize ters düşenler de. Örneğin : Çocuklarını 18 yaşına basınca tabiri yerindeyse kapı dışarı ediyorlar. Yani çok serbestler. Sokakta sarmaş dolaş dolaşıyorlar, öpüşüyorlar. Çocuklar anne babalarını ismiyle çağırıyorlar. Birbirlerine ön isimleriyle değil soy isimleriyle hitap ediliyor. Sosyal devlet olduğundan mı ? Pek yardım nedir bilmiyorlar. Bir ay izine gidiyorlar dokuz ay onu anlatıyorlar. Köpeklerini dışarda dolaştırıp etrafı pisletiyorlar. Barlarda kadın erkek karışık oturup bira içiyorlar.
Size göre dünkü ve bugünkü Hollanda’yı karşılaştırdığınızda ne farklar var ?
Dünden bugüne Hollanda’da çok değişmeler oldu. Bir defa Hollanda çok modernleşti. Alt yapısını A’dan Z’ye yeniledi. Rotterdam’da gökdelen yoktu, şimdi onlarca var. Her şey 21. yüz yıla göre ayarlandı. Teknoloji çok ilerledi. Bilgisayarlar her şeyi hızlandırdı. Hollandalıların yaşantısında da büyük değişiklikler var. Bir defa biz geldiğimizde Hollandalıların evinde banyo yoktu. Plastik leğenlerin içerisinde su ile silinirlermiş. Evlerini sorarsan tek odadan ibaretti. Akşam yatacakları zaman odanın ortasındaki perdeyi çekerlerdi böylece odayı ikiye ayırırlardı. Sonra da duvara monte edilmiş olan karyolayı indirip yatarlardı. Şimdi evler üç veya dört odalı. Eskiden pazarda marul, patates, elma ve portakaldan başka bir şey yoktu. Şimdi dünyanın her yerinden bin bir çeşit meyve sebze geliyor. Hollanda’da iklim de bu değişime ayak uydurdu sanki. Eskiden kış ayları çok soğuk geçerdi. Hatırlıyorum 3 veya 4 defa geceleri -25 dereceye kadar düştüğüne şahit oldum. Çeşmelerden su akmazdı yani sular donardı. Hatta kanallar donar kalıp kalıp buz olurdu. Elfsteden tocht (**) şenlikleri yapılırdı.
Sayın İmamoğlu, bu kadar tercübeden sonra günümüz gençlerine neler önerirsiniz ?
Gençlere tavsiyem. Okusunlar… ! Bizler geri döneceğiz diye Hollandacayı bile düzgün öğrenmedik. Çocuklarımız ise ancak VMBO/HAVO (***) gibi okulları bitirdiler. Yeni nesil üniversitelere gidip yüksek tahsil yapsınlar. Hollanda siyasetinde aktif olarak yer alsınlar. İçki, sigara, esrar gibi zararlı şeylerden uzak dursunlar. Büyüklerine karşı saygıda kusur etmesinler. Bu ülkeye entegre olsunlar ama dillerinden, dinlerinden kısacası öz kültürlerinden taviz vermesinler. Anavatanlarıyla bağlarını koparmasınlar. Zamanlarını iyi değerlendirsinler.
Röportaj: Mustafa Toga / 2007 Fotoğraf: Ahmet Bayram
(*) Verem Savaş Dispanseri (**) Hollanda’nın kuzeyindeki, 11 şehir arasındaki kanalların donmasıyla oluşan buz ....................................................................................................... Platform Dergisi : Hollanda Genelinde Dağıtım Yapılan, Aylık Türkçe Dergi
Bugün 1000956 ziyaretçi (2624954 klik) kişi burdaydı!
“TogaMedya doğru, dürüst, şeffaf gazetecilik”
TÜRKİYE
<
Toga Medya Editörü / Wie is de editor van TogaMedya