“TÜRK DÜNYASININ GÜNÜMÜZDEKİ PROBLEMLERİ”
Türkiye Yazarlar Birliği İzmir Şubesi kurucularından Prof. Dr. Yavuz Akpınar “Türk Dünyasının Günümüzdeki Problemleri”ni anlattı.
İzmir
14 Aralık 2015 // Haber Merkezi / 824
TYB İzmir şubesin geleneksel hafta sonu sohbetlerinin bu seferki konuğu Prof. Dr. Yavuz Akpınar oldu.
Yavuz Akpınar; Türkiye’de ve Türk dünyasında milli şuurun (Türkçülüğün) ortaya çıkmasının aynı zamanda Türkoloji araştırmalarına paralel olarak geliştiğini, Türkiye ve dünyanın, Sovyet döneminde, Rus yönetimi altında yaşayan Türk halklarıyla ilgili bilgilere ulaşmakta zorluk çektiğini ve bu sebeple Türkiye Türklerinin “Dış Türkler” veya “Türk dünyası” hakkında 1900’lı yıllara kadar sağlam ve objektif bilgilere sahip olmadığını ve bu yüzden de günümüzde Türk cumhuriyetleri olarak adlandırılan ülkelerin problemlerini anlamakta zorluk çektiğimizi söyledi. Daha sonra somut olarak problemlerin neler olduğunu aşağıdaki başlıklar altında açıkladı.
Konumuz için çok uzun görülebilecek bu genel girişi yapmamızın sebebi, istiklallerine kavuşan Türk halklarının içinde bulunduğu durumu, onların problemlerini niçin anlayamadığımızı açıklayabilmek içindir.
Şimdi müşahhas olarak Türk dünyasının problemlerini bazı başlıklar altında inceleyebiliriz:
MİLLİ KİMLİK, ANA DİLİ, MİLLİ EDEBİYAT
Çarlık döneminde Gaspıralı ve ülküdaşlarının genel Türk kimliği, ortak yazı dili ve ortak modern kültür çatısı altında toplamaya çalıştıkları ve 1920’li yılların başlarına kadar hemen bütün Türk boyları arasında kabul gören milli kimlik anlayışı yok edildi.
Sovyet yönetimi Türk halkları arasında asıl bağı oluşturan dine ve dile büyük darbe vurdu. Dini yok etti, ortak alfabeyi önce Latin, sonra Kiril alfabesiyle değiştirerek dil ve kültür bütünlüğünü de parçaladı. Aynı zamanda her kavmin tarihini, milli tarih olarak benimsetti. Böylece her Türk kavmini, ayrı bir millet olama yoluna soktular ve her bir Türk şivesini ayrı bir yazı dili haline getirdiler, ortak edebiyat, ortak kültür yok edildi kabile kültürleri milli kültür sayıldı. Hatta sosyalist ideolojide milliyet kabul görmediği halde, her bir Türk kavminde kavmi milliyetçilik, ırkçılık, şovenizm sınırlarına kadar teşvik edildi. Böylece Türk kavimleri arasına nifak sokuldu.
İstiklallerine kavuşan Türk halkları, günümüzdeki “milli kimlikleri”nin nasıl zorla oluşturulduğunun yeni yeni farkına varmaya başladılar. Aydınlar, bilim adamları gerçekleri görseler de devleti kontrolleri altında bulunduran bürokrasi Sovyet dönemindeki tutumunu sürdürüyor. Bu yüzden milli kimlik, milli kültür meselesi onlar için de bizim içinde bir problem olmaya devam ediyor.
MİLLİ DEVLET VE MİLLİ SINIRLAR
Sovyetler Birliğinin oluşma süreci içinde Türk cumhuriyetlerinin ortaya çıkışı, sınırlarının belirlenmesi bile başlı başına bir problemdir. Bütün sınırlar problemlidir. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’ın sınırları hep problemlidir ve bu sınırlar her an büyük bir münakaşaya, hatta çatışmaya sebep olabilir. Hemen her cumhuriyette ayrı
etnik yapılar mevcuttur ve Türk kavimlerinden birine ait olsa da bu azınlıklara nasıl bir siyaset uygulanacağı hala kesinleşmemiştir.
Benzer sebepler yüzünden Kırım Türklerinin, Kafkasya’nın Müslüman ahalisinin (Ahısha Türkleri dâhil) Stalin döneminde Türkistan’a sürgünleri döneminde de bunlara oralarda “kardeş” muamelesi yapılmamıştır.
TÜRK CUMHURİYETLERİNDE DİN PROBLEMİ
19. yüzyıl sonlarında Türkistan’da halk yığınları nezdinde İslam dini hurafelerle iç içe geçmiş bir şekilde idi. Bunun bir sebebi de medreselerde (bilhassa Buhara medreselerinde) eğitim dili olarak Farsçanın kullanılmasıdır. Çağatay Türkçesi veya herhangi bir Türk şivesinin medreselerde konuşma dili olarak bile yeri olmamıştır. Dolayısıyla geniş Türk kitlesi kendi diliyle dinini bile öğrenememiştir.
Sovyet döneminden önce özellikle ceditçiler tarafından İslam dini, hurafelerden arındırılmaya başlamış, özüne uygun şekilde yenilenmiş ve Türk halkları arasında din ve kan kardeşliği şuuru (İslamcılık ve Türkçülük) epeyce kuvvetli bir hale getirilmişti.
Yetmiş yılı aşkın bir süre dinsizlik propagandasına ve materyalist terbiyeye zorlanan bu insanlar, İslam dininden bilgi olarak çok uzaklaşsalar da, hatta komünistleri bile, kendilerini her zaman Müslüman olarak nitelendirmişlerdir!
Sovyet sonrası tabii olarak dine dönüş hareketi başladı. Devletlerin kontrollerini elinde tutan, ideolojiden vazgeçse de hâkimiyetten vazgeçmeyen eski bürokrasi, halkın İslam’a yönelmesinden korkuya kapıldı. Halka hükûmet eliyle doğru ve çağdaş din anlayışı verecek neşriyatı bile yapmadan çekindiler ve telafisi zor olacak bu fırsatı kaçırdılar.
Türkmenistan, Özbekistan (Türk cumhuriyetlerinden olmasa da Tacikistan) ve Güney Kazakistan ve, Kırgızistan’ın bir kesiminde halk çok dindar ama aynı zamanda İslamiyet hakkında doğru bilgi sahibi değildir. Bölgede Kadiri ve Nakşibendi gibi tarikatler yaygındır ve bunların Yesevilik gibi Türk kültürüyle bağları yok denilecek seviyededir, adeta Tacik tarikatleri görünümündedirler. Bunlara Afganistan ve Pakistan’da son dönemlerde ortaya çıkan radikal İslami eğilimlerinin etkisini de eklersek, Türkistan’ı bekleyen gerici bir İslam anlayışı, gelecekteki büyük tehlikelerden biridir.
Bölgedeki Türk cumhuriyetleri bu gerici akımlarla gerçek İslam düzeyinde mücadele edecek yapıya sahip değiller, Türkiye de ne yazık ki bu hususta bir telkin veya yaptırım gücüne sahip değildir.
DEMOKRASİ VE HUKUK DEVLETİ OLMA PROBLEMİ
Komünizm yıkıldı ama Sovyet döneminde devleti yöneten Komünist partisi aslında yıkılmadı; ideolojinin köhnelmiş ve dar kalıbından sıyrıldı ve daha güçlü bir hale gelerek devleti yönetmeye devam etti! Yani eski bürokrasi yıkılmadı. Dolayısıyla halkın yönetime katılması gerçek anlamda gerçekleşmiyor. Sivil halk da nasıl teşkilatlanacağını, bilemiyor, yönetim de aslında bu sosyal teşkilatlanmaya, devlete düşman yapılanma gözüyle bakıyor.
Serbest ticaret de hukukun garantisi altında değildir. Bürokrasi her şekilde ve her zaman, istediği gibi adalet mekanizmasına müdahale edebilir.
Gazete, televizyon, radyo, internet gibi iletişim imkânlarının bürokrasinin baskısı altında gereği gibi, çağa uygun bir şekilde gelişimini sürdürmesi mümkün değildir.
Edebiyat ve tiyatro üzerinde de aynı baskı söz konusudur.
Daha başka problemlerden de söz edilebilir ama ayrıntılara inmenin lüzumu yok. Bu kadarı bile yeterli sayılır.
Bu şartlarda Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk cumhuriyetleriyle ilişki geliştirmesinin veya var olan ilişkileri daha ileri seviyeye taşımasının önündeki engeller anlaşılır, diye düşünüyoruz. Tabii bir de Türkiye Cumhuriyeti’nin onlara karşı takındığı yanlış tavırlardan da ayrıca söz etmek gerekir ki bu konumuz dışındadır.